25 Şubat 2024, 20:05
|
#1
|
Profil ayrıntılarını görüntüleyebilmek için kayıtlı kullanıcı olmanız ve üye hesabınızla oturum açmanız gerekmektedir.
Melek Ruhaniyat Farkındalığı
Birinci Esas
Vücudun kemâli hayat iledir. Belki vücudun hakikî vücudu hayat iledir. Hayat vücudun nurudur. Şuur hayatın ziyasıdır. Hayat herşeyin başıdır ve esasıdır. Hayat herşeyi herbir zîhayat olan şeye mal eder; birşeyi bütün eşyaya mâlik hükmüne geçirir. Hayat ile bir şey-i zîhayat diyebilir ki “Şu bütün eşya malımdır. Dünya hanemdir. Kâinat Mâlikim tarafından verilmiş bir mülkümdür.”
Nasıl ki ziya ecsâmın görülmesine sebeptir ve renklerin—bir kavle göre—sebeb-i vücududur. Öyle de hayat dahi mevcudatın keşşafıdır. Keyfiyâtın tahakkukuna sebeptir. Hem cüz’î bir cüz’ü küll ve küllî hükmüne getirir.
Ve küllî şeyleri bir cüz’e sığıştırmaya sebeptir. Ve hadsiz eşyayı iştirak ve ittihad ettirip bir vahdete medar bir ruha mazhar yapmak gibi kemâlât-ı vücudun umumuna sebeptir. Hattâ hayat kesret tabakatında bir çeşit tecellî-i vahdettir ve kesrette ehadiyetin bir âyinesidir.
Bak hayatsız bir cisim büyük bir dağ dahi olsa yetimdir gariptir yalnızdır. Münasebeti yalnız oturduğu mekânla ve ona karışan şeylerle vardır. Başka kâinatta ne varsa o dağa nisbeten madumdur. Çünkü ne hayatı var ki hayatla alâkadar olsun ne şuuru var ki taallûk etsin. Şimdi bak küçücük bir cisme meselâ balarısına: Hayat ona girdiği anda bütün kâinatla öyle münasebet tesis eder ki bütün kâinatla hususan zeminin çiçekleriyle ve nebâtatlarıyla öyle bir ticaret akdeder ki diyebilir: “Şu arz benim bahçemdir ticarethanemdir.” İşte zîhayattaki meşhur havass-ı zâhire ve bâtına duygularından başka gayr-ı meş'ur sâika ve şâika hisleriyle beraber o arı dünyanın ekser envâ'ıyla ihtisas ve ünsiyet ve mübadele ve tasarrufa sahib olur. İşte en küçük zîhayatta hayat böyle te'sirini gösterse elbette hayat tabaka-i insâniye olan en yüksek mertebeye çıktıkça öyle bir inbisat ve inkişaf ve tenevvür eder ki; hayatın ziyası olan şuur ile akıl ile bir insan kendi hânesindeki odalarda gezdiği gibi o zîhayat kendi aklı ile avâlim-i ulviyede ve ruhiyede ve cismâniyede gezer. Yâni o zîşuur ve zîhayat mânen o âlemlere misafir gittiği gibi o âlemler dahi o zîşuurun mir'at-ı ruhuna misafir olup irtisam ve temessül ile geliyorlar.
Hayat Zât-ı Zülcelâlin en parlak bir bürhân-ı vahdeti ve en büyük bir mâden-i ni'meti ve en lâtif bir tecelli-i merhameti ve en hafî ve bilinmez bir nakş-ı nezih-i san'atıdır. Evet hafî ve dakiktir. Çünki: Enva'-ı hayatın en ednası olan hayat-ı nebat ve o hayat-ı nebatın en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü yâni uyanıp açılarak neşv ü nema bulması o derece zâhir ve kesrette ve mebzuliyette ülfet içinde zaman-ı Âdem'den beri hikmet-i beşeriyenin nazarında gizli kalmıştır. Hakikatı hakikî olarak beşerin aklı ile keşfedilmemiş. Hem hayat o kadar nezih ve temizdir ki; iki vechi yâni mülk ve melekûtiyet vecihleri temizdir pâkdır şeffaftır. Dest-i kudret esbabın perdesini vaz'etmeyerek doğrudan doğruya mübaşeret ediyor. Fakat sâir şeylerdeki umûr-u hasiseye ve kudretin izzetine uygun gelmeyen nâpâk keyfiyat-ı zâhiriyeye menşe' olmak için esbab-ı zâhiriyeyi perde etmiştir.
ELHASIL: Denilebilir ki; hayat olmazsa vücud vücud değildir ademden farkı olmaz. Hayat ruhun ziyasıdır. Şuur hayatın nûrudur. Mademki hayat ve şuur bu kadar ehemmiyetlidirler. Ve mâdem şu âlemde bilmüşahede bir intizâm-ı kâmil-i ekmel vardır. Ve şu kâinatta bir itkan-ı muhkem bir incisam-ı ahkem görünüyor. Mâdem şu bîçâre perîşan küremiz sergerdan zeminimiz bu kadar hadd ü hesaba gelmez zevil-hayat ile zevil-ervah ile ve zevil-idrâk ile dolmuştur. Elbette sadık bir hads ile ve kat'î bir yakîn ile hükmolunur ki; şu kusûr-u semâviye ve şu büruc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasib zîhayat zîşuur sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi güneşin ateşinde dahi o nurânî sekeneler bulunur. «Nâr nuru yakmaz.» Belki «ateş ışığa meded verir.» Mâdem Kudret-i Ezeliye bilmüşahede en âdi maddelerden en kesif unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîruhu halkeder ve gâyet ehemmiyetle madde-i kesifeyi hayat vasıtasıyla madde-i lâtifeye çevirir ve nur-u hayatı herşeyde kesretle serpiyor ve şuur ziyâsıyla ekser şeyleri yaldızlıyor. Elbette o Kadîr-i Hakîm bu kusursuz kudretiyle bu noksansız hikmetiyle; nur gibi esîr gibi ruha yakın ve münâsib olan sâir seyyalat-ı lâtife maddeleri ihmâ edip hayatsız bırakmaz câmid bırakmaz şuursuz bırakmaz. Belki madde-i nurdan hattâ zulmetten hattâ esîr maddesinden hattâ mânalardan hattâ havadan hattâ kelimelerden zîhayat zîşuuru kesretle halkeder ki; hayvanatın pekçok muhtelif ecnasları gibi pekçok muhtelif ruhânî mahlûkları o seyyalât-ı lâtife maddelerinden halkeder. Onların bir kısmı melâike bir kısmı da ruhânî ve cin ecnaslarıdır. Melâikelerin ve ruhânîlerin kesretle vücudlarını kabûl etmek ne derece hakikat ve bedihî ve mâkul olduğunu ve Kur'anın Beyân ettiği gibi onları kabûl etmeyen ne derece hilâf-ı hakikat ve hilâf-ı hikmet bir hurafe bir dalalet bir hezeyan bir divânelik olduğunu şu temsile bak gör:
İki adam; biri bedevî vahşî; biri medenî aklı başında olarak arkadaş olup İstanbul gibi haşmetli bir şehre gidiyorlar. O medenî muhteşem şehrin uzak bir köşesinde pis perişan küçük bir hâneye bir fabrikaya rastgeliyorlar.
Görüyorlar ki o hâne; amele sefil miskin adamlarla doludur. Acîb bir fabrika içinde çalışıyorlar. O hânenin etrafı da zîruh ve zîhayatlarla doludur. Fakat onların medâr-ı taayyüşü ve hususî şerait-i hayatiyeleri vardır ki onların bir kısmı âkil-ün nebattır; yalnız nebâtat ile yaşıyorlar. Diğer bir kısmı âkil-üs semektir; balıktan başka bir şey yemiyorlar. O iki adam bu hali görüyorlar. Sonra bakıyorlar ki uzakta binler müzeyyen saraylar âlî kasırlar görünüyor. O sarayların ortalarında geniş tezgâhlar ve vüs'atli meydanlar vardır. O iki adam uzaklık sebebiyle veyahut göz zaîfliğiyle veya o sarayın sekenelerinin gizlenmesi sebebiyle; o sarayın sekeneleri o iki adama görünmüyorlar. Hem şu perişan hânedeki şerait-i hayatiye o saraylarda bulunmuyor. O vahşî bedevî hiç şehir görmemiş adam bu esbaba binaen görünmediklerinden ve buradaki şerait-i hayat orada bulunmadığından der: «O saraylar sekenelerden hâlîdir boştur zîruh içinde yoktur.» der vahşetin en ahmakça bir hezeyanını yapar.
İkinci adam der ki: «Ey bedbaht şu hakir küçük hâneyi görüyorsun ki zîruh ile amelelerle doldurulmuş ve biri var ki bunları her vakit tazelendiriyor istihdam ediyor. Bak bu hâne etrafında boş bir yer yoktur. Zîhayat ve zîruh ile doldurulmuştur. Acaba hiç mümkün müdür ki: Şu uzakta bize görünen şu muntâzam şehrin şu hikmetli tezyinatın şu san'atlı sarayların onlara münasib âlî sekeneleri bulunmasın? Elbette o saraylar umumen doludur ve onlarda yaşayanlara göre başka şerait-i hayatiyeleri var.
Evet ot yerine belki börek yerler; balık yerine baklava yiyebilirler. Uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliği veya onların gizlenmekliği ile sana görünmemeleri onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz... «Adem-i rü'yet adem-i vücuda delâlet etmez.» «Görünmemek olmamağa hüccet olamaz.»
İşte şu temsil gibi ecrâm-ı ulviyye ve ecsâm-ı seyyare içinde küre-i arzın hakaret ve kesafeti ile beraber bu kadar hadsiz zîruhların zîşuurların vatanı olması ve en hasis ve en müteaffin cüz'leri dahi birer menba-ı hayat kesilmesi birer mahşer-i huveynat olması bizzarure ve bilbedâhe ve bittarîk-ıl evlâ ve bilhads-is sâdık ve bilyakîn-il kat'î delâlet eder şehadet eyler ilân eder ki: Şu nihayetsiz fezâ-yı âlem ve şu muhteşem semâvat burçlarıyla yıldızlarıyla zîşuur zîhayat zîruhlarla doludur. Nârdan nurdan ateşten ışıktan zulmetten havadan savttan rayihadan kelimâttan esîrden ve hattâ elektrikten ve sâir seyyalât-ı lâtifeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuûrlara Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân «Melâike ve cân ve ruhaniyattır» der tesmiye eder. Melâikenin ise ecsâmın muhtelif cinsleri gibi cinsleri muhteliftir. Evet elbette bir katre yağmura müekkel olan melek şemse müekkel meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhaniyat dahi onların da pekçok ecnâs-ı muhtelifeleri vardır.
Şu nükte-i Esâsiyenin Hâtimesi:
Bittecrübe madde asıl değil ki vücud ona müsahhar kalsın ve tâbi olsun. Belki madde bir mâna ile kaimdir. İşte o mâna hayattır ruhtur. Hem bilmüşahede madde mahdum değil ki herşey ona irca' edilsin. Belki hâdimdir; bir hakikatın tekemmülüne hizmet eder. O hakikat hayattır. O hakikatın esâsı da ruhtur. Bilbedâhe madde hâkim değil ki ona müracaat edilsin Kemâlât ondan istenilsin. Belki mahkûmdur bir esâsın hükmüne bakar onun gösterdiği yollar ile hareket eder. İşte o esâs; hayattır ruhtur şuurdur. Hem bizzarure madde lüb değil esâs değil müstekar değil ki işler ve Kemâlât ona takılsın ona bina edilsin; belki yarılmağa erimeğe yırtılmağa müheyya bir kışırdır bir kabuktur ve köpüktür ve bir Sûrettir.
Görülmüyor mu ki: Gözle görülmeyen hurdebînî bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki arkadaşının sesini işitir rızkını görür gâyet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hal gösteriyor ki; maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde âsâr-ı hayat tezayüd ediyor nûr-u ruh teşeddüd ediyor. Güya madde inceleştikçe bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça ruh âlemine hayat âlemine şuûr âlemine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh nur-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor. İşte hiç mümkün müdür ki: Bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuûr ve ruhun tereşşuhatı bulunsun; o perde altında olan âlem-i bâtın zîruh ve zîşuûrlarla dolu olmasın. Hiç mümkün müdür ki: Şu maddiyat ve âlem-i şehadetteki mânanın ve ruhun ve hayatın ve hakikatın şu hadsiz tereşşuhatı ve lemaât ve semeratının menabii yalnız maddeye ve maddenin hareketine irca' edilip izah edilsin. Hâşâ ve kat'â ve aslâ! Bu hadsiz tereşşuhat ve lemaât gösteriyor ki: Şu âlem-i maddiyat ve şehadet ise âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.
Risalai Nurlarda 29. Sözde 3 esas daha bulunuyor.
Birinci Esas
Vücudun kemâli hayat iledir. Belki vücudun hakikî vücudu hayat iledir. Hayat vücudun nurudur. Şuur hayatın ziyasıdır. Hayat herşeyin başıdır ve esasıdır. Hayat herşeyi herbir zîhayat olan şeye mal eder; birşeyi bütün eşyaya mâlik hükmüne geçirir. Hayat ile bir şey-i zîhayat diyebilir ki “Şu bütün eşya malımdır. Dünya hanemdir. Kâinat Mâlikim tarafından verilmiş bir mülkümdür.”
Nasıl ki ziya ecsâmın görülmesine sebeptir ve renklerin—bir kavle göre—sebeb-i vücududur. Öyle de hayat dahi mevcudatın keşşafıdır. Keyfiyâtın tahakkukuna sebeptir. Hem cüz’î bir cüz’ü küll ve küllî hükmüne getirir.
Ve küllî şeyleri bir cüz’e sığıştırmaya sebeptir. Ve hadsiz eşyayı iştirak ve ittihad ettirip bir vahdete medar bir ruha mazhar yapmak gibi kemâlât-ı vücudun umumuna sebeptir. Hattâ hayat kesret tabakatında bir çeşit tecellî-i vahdettir ve kesrette ehadiyetin bir âyinesidir.
Bak hayatsız bir cisim büyük bir dağ dahi olsa yetimdir gariptir yalnızdır. Münasebeti yalnız oturduğu mekânla ve ona karışan şeylerle vardır. Başka kâinatta ne varsa o dağa nisbeten madumdur. Çünkü ne hayatı var ki hayatla alâkadar olsun ne şuuru var ki taallûk etsin. Şimdi bak küçücük bir cisme meselâ balarısına: Hayat ona girdiği anda bütün kâinatla öyle münasebet tesis eder ki bütün kâinatla hususan zeminin çiçekleriyle ve nebâtatlarıyla öyle bir ticaret akdeder ki diyebilir: “Şu arz benim bahçemdir ticarethanemdir.” İşte zîhayattaki meşhur havass-ı zâhire ve bâtına duygularından başka gayr-ı meş'ur sâika ve şâika hisleriyle beraber o arı dünyanın ekser envâ'ıyla ihtisas ve ünsiyet ve mübadele ve tasarrufa sahib olur. İşte en küçük zîhayatta hayat böyle te'sirini gösterse elbette hayat tabaka-i insâniye olan en yüksek mertebeye çıktıkça öyle bir inbisat ve inkişaf ve tenevvür eder ki; hayatın ziyası olan şuur ile akıl ile bir insan kendi hânesindeki odalarda gezdiği gibi o zîhayat kendi aklı ile avâlim-i ulviyede ve ruhiyede ve cismâniyede gezer. Yâni o zîşuur ve zîhayat mânen o âlemlere misafir gittiği gibi o âlemler dahi o zîşuurun mir'at-ı ruhuna misafir olup irtisam ve temessül ile geliyorlar.
Hayat Zât-ı Zülcelâlin en parlak bir bürhân-ı vahdeti ve en büyük bir mâden-i ni'meti ve en lâtif bir tecelli-i merhameti ve en hafî ve bilinmez bir nakş-ı nezih-i san'atıdır. Evet hafî ve dakiktir. Çünki: Enva'-ı hayatın en ednası olan hayat-ı nebat ve o hayat-ı nebatın en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü yâni uyanıp açılarak neşv ü nema bulması o derece zâhir ve kesrette ve mebzuliyette ülfet içinde zaman-ı Âdem'den beri hikmet-i beşeriyenin nazarında gizli kalmıştır. Hakikatı hakikî olarak beşerin aklı ile keşfedilmemiş. Hem hayat o kadar nezih ve temizdir ki; iki vechi yâni mülk ve melekûtiyet vecihleri temizdir pâkdır şeffaftır. Dest-i kudret esbabın perdesini vaz'etmeyerek doğrudan doğruya mübaşeret ediyor. Fakat sâir şeylerdeki umûr-u hasiseye ve kudretin izzetine uygun gelmeyen nâpâk keyfiyat-ı zâhiriyeye menşe' olmak için esbab-ı zâhiriyeyi perde etmiştir.
ELHASIL: Denilebilir ki; hayat olmazsa vücud vücud değildir ademden farkı olmaz. Hayat ruhun ziyasıdır. Şuur hayatın nûrudur. Mademki hayat ve şuur bu kadar ehemmiyetlidirler. Ve mâdem şu âlemde bilmüşahede bir intizâm-ı kâmil-i ekmel vardır. Ve şu kâinatta bir itkan-ı muhkem bir incisam-ı ahkem görünüyor. Mâdem şu bîçâre perîşan küremiz sergerdan zeminimiz bu kadar hadd ü hesaba gelmez zevil-hayat ile zevil-ervah ile ve zevil-idrâk ile dolmuştur. Elbette sadık bir hads ile ve kat'î bir yakîn ile hükmolunur ki; şu kusûr-u semâviye ve şu büruc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasib zîhayat zîşuur sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi güneşin ateşinde dahi o nurânî sekeneler bulunur. «Nâr nuru yakmaz.» Belki «ateş ışığa meded verir.» Mâdem Kudret-i Ezeliye bilmüşahede en âdi maddelerden en kesif unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîruhu halkeder ve gâyet ehemmiyetle madde-i kesifeyi hayat vasıtasıyla madde-i lâtifeye çevirir ve nur-u hayatı herşeyde kesretle serpiyor ve şuur ziyâsıyla ekser şeyleri yaldızlıyor. Elbette o Kadîr-i Hakîm bu kusursuz kudretiyle bu noksansız hikmetiyle; nur gibi esîr gibi ruha yakın ve münâsib olan sâir seyyalat-ı lâtife maddeleri ihmâ edip hayatsız bırakmaz câmid bırakmaz şuursuz bırakmaz. Belki madde-i nurdan hattâ zulmetten hattâ esîr maddesinden hattâ mânalardan hattâ havadan hattâ kelimelerden zîhayat zîşuuru kesretle halkeder ki; hayvanatın pekçok muhtelif ecnasları gibi pekçok muhtelif ruhânî mahlûkları o seyyalât-ı lâtife maddelerinden halkeder. Onların bir kısmı melâike bir kısmı da ruhânî ve cin ecnaslarıdır. Melâikelerin ve ruhânîlerin kesretle vücudlarını kabûl etmek ne derece hakikat ve bedihî ve mâkul olduğunu ve Kur'anın Beyân ettiği gibi onları kabûl etmeyen ne derece hilâf-ı hakikat ve hilâf-ı hikmet bir hurafe bir dalalet bir hezeyan bir divânelik olduğunu şu temsile bak gör:
İki adam; biri bedevî vahşî; biri medenî aklı başında olarak arkadaş olup İstanbul gibi haşmetli bir şehre gidiyorlar. O medenî muhteşem şehrin uzak bir köşesinde pis perişan küçük bir hâneye bir fabrikaya rastgeliyorlar.
Görüyorlar ki o hâne; amele sefil miskin adamlarla doludur. Acîb bir fabrika içinde çalışıyorlar. O hânenin etrafı da zîruh ve zîhayatlarla doludur. Fakat onların medâr-ı taayyüşü ve hususî şerait-i hayatiyeleri vardır ki onların bir kısmı âkil-ün nebattır; yalnız nebâtat ile yaşıyorlar. Diğer bir kısmı âkil-üs semektir; balıktan başka bir şey yemiyorlar. O iki adam bu hali görüyorlar. Sonra bakıyorlar ki uzakta binler müzeyyen saraylar âlî kasırlar görünüyor. O sarayların ortalarında geniş tezgâhlar ve vüs'atli meydanlar vardır. O iki adam uzaklık sebebiyle veyahut göz zaîfliğiyle veya o sarayın sekenelerinin gizlenmesi sebebiyle; o sarayın sekeneleri o iki adama görünmüyorlar. Hem şu perişan hânedeki şerait-i hayatiye o saraylarda bulunmuyor. O vahşî bedevî hiç şehir görmemiş adam bu esbaba binaen görünmediklerinden ve buradaki şerait-i hayat orada bulunmadığından der: «O saraylar sekenelerden hâlîdir boştur zîruh içinde yoktur.» der vahşetin en ahmakça bir hezeyanını yapar.
İkinci adam der ki: «Ey bedbaht şu hakir küçük hâneyi görüyorsun ki zîruh ile amelelerle doldurulmuş ve biri var ki bunları her vakit tazelendiriyor istihdam ediyor. Bak bu hâne etrafında boş bir yer yoktur. Zîhayat ve zîruh ile doldurulmuştur. Acaba hiç mümkün müdür ki: Şu uzakta bize görünen şu muntâzam şehrin şu hikmetli tezyinatın şu san'atlı sarayların onlara münasib âlî sekeneleri bulunmasın? Elbette o saraylar umumen doludur ve onlarda yaşayanlara göre başka şerait-i hayatiyeleri var.
Evet ot yerine belki börek yerler; balık yerine baklava yiyebilirler. Uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliği veya onların gizlenmekliği ile sana görünmemeleri onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz... «Adem-i rü'yet adem-i vücuda delâlet etmez.» «Görünmemek olmamağa hüccet olamaz.»
İşte şu temsil gibi ecrâm-ı ulviyye ve ecsâm-ı seyyare içinde küre-i arzın hakaret ve kesafeti ile beraber bu kadar hadsiz zîruhların zîşuurların vatanı olması ve en hasis ve en müteaffin cüz'leri dahi birer menba-ı hayat kesilmesi birer mahşer-i huveynat olması bizzarure ve bilbedâhe ve bittarîk-ıl evlâ ve bilhads-is sâdık ve bilyakîn-il kat'î delâlet eder şehadet eyler ilân eder ki: Şu nihayetsiz fezâ-yı âlem ve şu muhteşem semâvat burçlarıyla yıldızlarıyla zîşuur zîhayat zîruhlarla doludur. Nârdan nurdan ateşten ışıktan zulmetten havadan savttan rayihadan kelimâttan esîrden ve hattâ elektrikten ve sâir seyyalât-ı lâtifeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuûrlara Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân «Melâike ve cân ve ruhaniyattır» der tesmiye eder. Melâikenin ise ecsâmın muhtelif cinsleri gibi cinsleri muhteliftir. Evet elbette bir katre yağmura müekkel olan melek şemse müekkel meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhaniyat dahi onların da pekçok ecnâs-ı muhtelifeleri vardır.
Şu nükte-i Esâsiyenin Hâtimesi:
Bittecrübe madde asıl değil ki vücud ona müsahhar kalsın ve tâbi olsun. Belki madde bir mâna ile kaimdir. İşte o mâna hayattır ruhtur. Hem bilmüşahede madde mahdum değil ki herşey ona irca' edilsin. Belki hâdimdir; bir hakikatın tekemmülüne hizmet eder. O hakikat hayattır. O hakikatın esâsı da ruhtur. Bilbedâhe madde hâkim değil ki ona müracaat edilsin Kemâlât ondan istenilsin. Belki mahkûmdur bir esâsın hükmüne bakar onun gösterdiği yollar ile hareket eder. İşte o esâs; hayattır ruhtur şuurdur. Hem bizzarure madde lüb değil esâs değil müstekar değil ki işler ve Kemâlât ona takılsın ona bina edilsin; belki yarılmağa erimeğe yırtılmağa müheyya bir kışırdır bir kabuktur ve köpüktür ve bir Sûrettir.
Görülmüyor mu ki: Gözle görülmeyen hurdebînî bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki arkadaşının sesini işitir rızkını görür gâyet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hal gösteriyor ki; maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde âsâr-ı hayat tezayüd ediyor nûr-u ruh teşeddüd ediyor. Güya madde inceleştikçe bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça ruh âlemine hayat âlemine şuûr âlemine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh nur-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor. İşte hiç mümkün müdür ki: Bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuûr ve ruhun tereşşuhatı bulunsun; o perde altında olan âlem-i bâtın zîruh ve zîşuûrlarla dolu olmasın. Hiç mümkün müdür ki: Şu maddiyat ve âlem-i şehadetteki mânanın ve ruhun ve hayatın ve hakikatın şu hadsiz tereşşuhatı ve lemaât ve semeratının menabii yalnız maddeye ve maddenin hareketine irca' edilip izah edilsin. Hâşâ ve kat'â ve aslâ! Bu hadsiz tereşşuhat ve lemaât gösteriyor ki: Şu âlem-i maddiyat ve şehadet ise âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.
Risalai Nurlarda 29. Sözde 3 esas daha bulunuyor.
|
|
|
|